Yaşantımıza giren kişilere, yaşadığımız olaylara ve çevremizdeki nesnelere nasıl bakıyoruz? Onlara nasıl yaklaşıyoruz? Bakış öylesine önemlidir ki sadece baktığımız nesne ve olayları etkilemez bizim yaşamımızı da etkiler. Bakış dediğimizde bile her birimiz farklı şeyler anlayabiliriz. Kimimiz gözlerimizi süzerek hülyalı bakışları, kimimiz o ilk tanışmalardaki “klark çekmeyi” ve daha türlü türlü bakış şekillerini düşünebiliriz elbette. Kimimiz bakışı nesne, olay ve olguları görmek için yapılan eylem olarak düşünürken kimimiz ise olaylara yaklaşım tarzı şeklinde değerlendirebilir. Nesne, olay, olgu ve kişilere bakış önemlidir çünkü bu bakış, yaşamımızdaki kişileri, olayları, nesne ve olguları belirli tanım ve kalıplara sıkıştırarak yaşamımızı daraltabileceği gibi bizlere yeni ufuklar açıp yaşamımızın genişlemesini sağlayabilir. Aslında sadece bir soruyu farklı şekillerde sormak ve bu soruları içten gelen bir merak ile cevaplamaya çalışmak bile bakışımızı değiştirip potansiyelimizi daha etkin bir şekilde kullanmak ve yaşamın bize sunduğu olanakların farkına varmak konusunda bize oldukça yardımcı olabilir.
“Daha başka…..?” çoğumuzun gün içinde kullandığı bir kalıptır. Aslında bu ifade kalıbıyla oluşturulacak sorular üzerinde biraz düşünerek, “bu soruya vereceğim cevap ile daha önce keşfetmediğim bir şey keşfedebilecek miyim?” diye merak duymak hepimize önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. Kendimize bu soruyu takip eden, “bu olaydan, bu kişiden başka neler öğrenebilirim?” gibi devam soruları sorduğumuzda en kırıcı eleştirmenleri, en zorlu olayları bile yaşamlarımızın danışmanları haline getirebiliriz. Yeter ki yaşadığımız olayları, karşılaştığımız kişi ve nesneleri sıradanlaştırıp dar tanımların içinde sıkıştırıp “ben zaten bunu biliyorum bunun sonunda böyle olacak” diye baştan kapatmayalım olasılıklar kapısını. Yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz ve bize öğretilenler hep kesin “böyle olacak”, “başka türlü olması mümkün değil”, “bu işin gerçeği bu” diye çevremizi sardığından beri bakın yaşantılarımız ne kadar renksiz, ne kadar bilindik ve sıradan. Bu filmi biliyorum ben, “bunun sonundan bir şey çıkmaz” dediğimiz zamanlarda kendi kehanetimizi gerçekleştiririz. Bu nedenle tüm kitaplar, filmler, öyküler, yaşanmışlıklar hep birbirinin tekrarı haline dönüşüverir. Aynı renkler, benzer kokular, tekrar eden konuşmalar, bilindik mekanlar ve hep bilinen insanlarla devam eder sıradanlaşır yaşamlarımız. Oysa yaşam farklılıkla ve başka olanaklılıklarla zenginleşir. Bu ancak “başkaları” ile karşılaşmalarımıza bizi sınırlayan, kendimizi yabancısı hissettiğimiz anlar olarak değil de gelişmenin yaşamda daha fazla olanağa sahip olmanın kapısı olarak “bakmak”la mümkün olur. Defalarca okumuş olsak bile bir kitaptan “acaba bu sefer daha önce keşfedemediğim neyi keşfedeceğim?”, bir tanıdığımızın davranışını açıklarken bilindik nedenler ve mazeretler yerine “acaba onun bu davranışına neden olan şey başka ne olabilir? “ ya da “onun başka türlü davranmasını acaba nasıl sağlayabilirim?” diye merak etmek, bu merakın ardından bulunan cevapların peşinden koşmak, yaşamın bizlere daha farklı olanaklar sunmasına yardım eder. Aslında bu olanakları sadece bize sunmakla kalmaz çevremizdeki insanlara da esin kaynağı olmamızı sağlar. Kimlerle birlikte olmayı tercih ederiz? “Sürekli benzer şeyleri tekrarlayan ve konuşmanın nereye gideceğini bildiğiniz insanlarla mı?” yoksa “Yeni imkanlar ve farklı bakış açıları sunan insanlarla mı?”
Bakış açısını nasıl farklılaştırabileceğimizi Aristoteles’e ait Poetika -Şiir sanatı üzerine- kitabı ile örneklendirecek olursak, okuyanlar bilirler ki kitap tragedyanın temel kavram ve ilkelerini açıklamaktadır. Sanatın özü, tragedyanın unsurları, iyi bir tragedyada olması gerekenler, tragedya yazımındaki hataları aşmanın yolları gibi pek çok bilgiyi içermektedir. Bu kitap öyle bir şekilde okunabilir ki burada verilen bilgilerle birlikte yaşamlarımıza farklı açıdan, başka bir pencereden bakma olanağına sahip olabiliriz. (Bu yazıda buradan sonra yazılanlar Poetika kitabının Profesör Doktor Ahmet İnam ile Düşün Yolcuları Topluluğu ile birlikte yapılan okumalarda aldığım notların bir kısmını içerir. Söz konusu notlar okuma sürecinin ve kitaptan yapılabilecek çıkarımların bütününü kapsamaktan oldukça uzak olmakla birlikte Aristoteles’in “varlığı ve yokluğu hissedilmeyen şey bütünün parçası değildir” tanımlamasından yola çıkarak benim açımdan bütünün bir parçası niteliğindedir.)
Sanat aslında doğanın taklididir (mimesis) ve özü kendinde değildir, özü doğadadır. Tragedya, insanın taklididir ve bu taklit şiir sanatının ortaya çıkmasındaki iki nedenden biridir. Bu elbette tüm sanat eserlerini olmasa da bazı sanat eserlerini neden daha çok beğendiğimizi onlara neden daha çok değer verdiğimizi kısmen açıklayabilir. Buradan yola çıkarak taklidin taklidi ve hatta taklidin taklidinin taklidi sözde sanat eserleriyle karşılaştığımızda neden heyecan duyamadığımızı anlayabiliriz. Sanat ile ilgilenenler için önemli bir noktadır şüphesiz, peki bu bakışı insana çevirdiğimizde ne olur? Yani sanat eseri yerine insanı koyarsak bu tanıma? İnsanın bir özü var mıdır yoksa öz dediğimiz doğanın en iyi taklidi midir? Belki de bu hayat yolculuğumuzda doğada ‘saf halde bulunan o özü!’ bulmak ya da birincil kaynağı en iyi şekilde temsil etmeye çalışmak yerine bu temsili kullanan kişilerin taklidi ile geçiriyoruzdur ömür dediğimiz bu süreyi. Aynen taklidin taklidi olan sanat ürünleri gibi hatta belki daha da kötüsü… Bu nedenle insanı da bir tragedya gibi düşünürsek, kendimize ait bir öykümüz olmalı, kaynağı bizde olan, bizim temellendirdiğimiz. Oysa pek azımızın kendine ait bir öyküsü var. Sadece insanların değil kurumların ve ülkelerin de öyküsü olmalı. Eğer öykümüz yoksa ya başkaları yazar öykümüzü ya da başkalarının öyküsünün bir figürü oluveririz.
Öyküler, gerçek yaşamda olduğu gibi, daha önce tanınmaz olanın tanınır hale geldiği ‘tanıma’ ve eylemlerin tersine döndüğü ‘baht dönüşleri’ni içerir. Bu açıdan bakınca belki de yaşamlarımız sürekli bir tanıma ve baht dönüşlerini içeriyordur. Çünkü tanıma bir kerede gördüm ve artık biliyorum şeklinde tanımlayabileceğimiz sınırlı bir şey değildir. Tanıdığımızı sandığımız kişi ya da şeyin bilmediğimiz pek çok özelliği olabilir. Kaldı ki tanışıklığa başladığımız zamandan bu güne kadar da bir değişim içindedir. Bu durumda tanıma sürekli çaba isteyen bir olgudur. Bir de neyin ve kimin tanındığı ise kendini tanıma ve başkasını tanımanın olanaklı olup olmadığı gibi temel soruları içermektedir ki bu başlı başına bir (aporia) çözümsüzlük durumudur.
Her şeye rağmen edindiğimiz tecrübeler ve deneme yanılmalar sonucunda bir şekilde bazı olgu, nesne ve kişilerle ‘tanışık’ olduğumuzu kabul ediyoruz. Ve biliyoruz ki yaşamda eylemlerin tersine döndüğü baht dönüşleri vardır. Baht dönüşlerine inanmak bizleri, belirlenmişliğin ve kabul edişin edilgenliğinden yazgının değiştirilmesi için mücadele etmenin gerekliliğine taşıyabilir.
Yazgımız nereye dönerse dönsün bu dönüşleri karşılayabilmek cesur, dayanıklı ve atılım yapabilmeyi gerekli kılar. Bu sayede tercihlerimizi belirtme yani karakterimizi ortaya koyma imkanımız doğar. Taklit edebilmeyi insanı diğer canlılardan ayıran bir özellik olarak gören Aristoteles’in düşüncesinden yola çıkarak, kendi poetikasını oluşturabilmek insanın bir olanaklılığıdır diyebiliriz. Hatta belki biraz daha ileri giderek “insan olmak poetikamız olmasını zorunlu kılar” diyebiliriz.
Poetikamızın olması ise ne üreteceğimizi, ne yapacağımızı bilmemizi, yaşamımızda bu günden geçmişe ve yine bugünden geleceğe doğru bakarak, ‘bu dünyada oluşturabileceğim fark, yenilik nedir?’ sorusu hakkında düşünmemizi gerektirir. Belki bu sayede, büyük kitlelere ulaşsın ya da ulaşmasın fark etmez kendi yaşamımızın şiirini, öyküsünü yazmaya çalışarak, insan olmanın bize sunduğu olanakları en doğru şekilde kullanmanın yöntemlerinden birini keşfedebiliriz. Kendi yaşamımızın şiirini veya öyküsünü yazabiliriz.